Elmas, Laboratuvarda Üretilirse Yine De Değerli Olur Mu?

Elmaslar,  yerkürenin derinliklerinde milyarlarca yıl yüksek basınç ve sıcaklıkla şekillenmiş, volkanların püskürmesiyle yüzeye çıkmıştır.

Tarih boyunca “lüks” sınıfında yer alan elmas, kullanışlıdır, güzeldir ve insan eliyle üretilemez. İşte bu son kısım artık doğru değil.

Özellikle Afrika’da kötü şartlarda madencilik yaptırarak insanlara zulmettiği, bununla kalmayıp çevresel hasarlara yol açtığı için çokça eleştirilen elmas endüstrisi, bugün geleceği açısından belki de çok daha büyük bir sorunla karşı karşıya: Çok daha hızlı ve kolayca üretilebilen, insan yapımı elmaslar!

Yeni bir yöntem sayesinde üretilen elmaslar “çakma” değil “gerçek” ve madencilikten çok daha ucuza elde ediliyor.

“Gerçek” derken, iki tür elmas da kübik yapıda konumlanmış karbon atomlarından oluşuyor. Görsel olarak ayırt etmek de imkânsız.

Elmas üretme çalışmaları aslında 1950’lerde sonuca varıyor; yüksek basınç ve sıcaklık oluşturarak birkaç haftada elmas üretilebiliyor.

Yüksek sıcaklıktan kasıt 1600 derece civarı, basınç ise ticari bir uçağı parmağınızın ucunda dengede tuttuğunuzda hissedeceğiniz kadar. Yani eski yöntem, doğal sürecin hızlandırılmış taklidinden ibaret.

Bu yöntem, madencilikten daha mâliyetli. Elde edilen elmaslar da istenilen parlaklıkta değil. Dolayısıyla bunlar kesme aletlerinin uçlarında kullanılıyor.

Son yıllarda geliştirilen kimyasal buhar kırağılaştırma (chemical vapor deposition) yöntemi, eski yöntemin pabucunu dama atıyor: Kısa sürede, doğal elmastan gözle ayırt edilemeyecek kadar gerçek elmas üretimi!

Sentetik elmaslar doğal elmaslar gibi piyasada dolaşıyor ve çoğu kişi bunun farkında değil.

Elmasa müşteri olan bazı kişiler doğal elmastan vazgeçmiyor, milyarlarca yıllık bir hikâyeye sahip olan taşı tercih ediyor; bu, onlara anlam sağlıyor. Diğerleri ise madencilikle çevreye verilen zararı önlemek için sentetik elmaslara yöneliyor.

Sentetik olduğu bilinen elmasların fiyatları doğal olanlardan %30 düşük ancak fiyatlama konusunda bir kafa karışıklığı da var; sentetik ama birebir aynı olan neden değersiz olsun ki?

Yazının kaynağı alttaki videodur.

 

Ego Tükenmesi

Mahkûmların şartlı tahliyesi konusunda karar veren hâkimlerin, öğleden önce verdikleri ret kararı oranının, sabahki ve öğleden sonrakine göre 3 kat fazla olduğu belirlenmiş.

Sizce bunun sebebi ne? Sadece bir tesadüf mü?

İnsanların mantıklı birer biyolojik varlık olduğunu, bilgiyi alıp işleyip en doğru cevabı bularak verdiklerini kabul ederiz ancak bu, hâkimler için bile doğru değil.

Hâkimlerin öğle tatiline yakın saatlerde aç olması onları, mahkûmların tahliyesine ret kararı vermesine neden oluyordu. Sabah dinçken, öğleden hemen sonra karınları tokken tahliyeleri kabul etmeye eğilimliydiler.

Bu durumu “ego tükenmesi” açıklıyor. Hepimiz, “kafa çalıştırma”yı gerektiren işlerde belli bir noktadan sonra pes ederiz, yani egomuz tükenir.

Görünen o ki hâkimler de bunu yaşadılar. Hâkimlerin karar vermesini sağlayan prefrontal korteks “çok yorgun ve açım, kararı irdelemekle uğraşamam” dedi ve beyinlerinin daha alt kısımları devreye girerek “reddet gitsin” fikrini işletti. Sonra da gidip karınlarını doyurdular.

Yazıdaki bilgiler Incognito: Beynin Gizli Hayatı kitabından alınmıştır.

5G Nedir?

Her ne kadar “4G’ye gerek yok, 2 sene bekleyip 5G’ye geçelim” gibi söylemlere malzeme olsa da, sahiden; 5G nedir, neleri değiştirir?

5G’de 3G ve 4G’de olanın aksine kablolara ihtiyaç duyulmaz. Bulut (Cloud) üzerinden faaliyetini sürdürür ve bu da kablolardan kurtulmanın yanında çok sayıda avantaj sağlar.

Mesela 2 saatlik bir filmi 3G kullanarak 26 saatte, 4G kullanarak 6 dakikada, 5G kullanarak sadece 3.6 saniyede indirebilirsiniz.

5G’nin üstünlüğü bununla kalmaz, tepki süresi (response time) de kısadır. Tepki süresine, “bir emri verdiğiniz andan o emrin gerektirdiği cevabın ortaya çıkmasına kadar geçen süre” diyebiliriz. 4G’deki tepki süresi yaklaşık 50 milisaniye iken 5G’de bu süre sadece 1 milisaniyedir.

“50 milisaniyeyle 1 milisaniyeyi fark etmemiz mümkün değil ki, gerçek hayatta ne işimize yarayacak” derseniz, çok işimize yarayacak. Mesela sürücüsüz otomobilleri düşünelim. Bu araçlar, büyük miktarda veriyi alıp, işleyip ona göre kendi davranışlarını düzenler. Tepki süresinin 50’de birine düşmesi, daha güvenli bir yolculuk sağlar.

Bununla birlikte, her şeyin internete ve birbirine bağlı olduğu –nesnelerin interneti değil– Şeylerin İnterneti (Internet of Things) devriminin gerçekleşmesi için de 5G’nin katkısı önemli.

Peki 5G ne zaman kullanılmaya başlanacak?

2020’den önce olmayacağı düşünülüyor. 3G’den 4G’ye geçiş çok zor olmamıştı çünkü birbirlerine yakın frekanslarda iş görüyordu. Oysa 5G çok daha yüksek bir frekansta işlediği için operatörlerin buna uygun altyapıyı kurması hem masraflı olacak, hem de zaman alacak.

5G’nin teknoloji alanına getirdiği avantajlar bir yana, bu yüksek frekanslı dalgaların insan sağlığına etkisi meçhul. Kanser vakalarında artışa neden olabileceği konuşuluyor. Ayrıca, komplo teorisi düzeyinde olsa bile 5G ile kitlesel zihin kontrolü yapılabileceği iddialarının da mevcut olduğunu belirtmek gerek.

Yazının kaynağı alttaki videodur.

Rolex Saatler Neden Pahalıdır?

Rolex marka saatler neden pahalıdır?

Kime sorarsanız sorun, dünyanın en önde gelen kol saati markasının Rolex olduğunu söyleyecektir. Öyle ki, zaman içinde bir statü sembolü ve lüks marka hâline gelmiştir.

Peki bu nasıl olmuştur?

Önce Rolex’in ne kadar pahalı olduğuna bakalım.

En ucuz Rolex saat Oyster serisindedir, kadınlar için üretilen saatin 5000$ fiyatı vardır. James Bond Submariner yaklaşık 7000$ iken, Daytona serisinde 50000$ fiyatında saatler de mevcuttur.

Rolex’in kurucusu Hans Wilsdorf, İsviçre’den Londra’ya saat getirtip satıyordu ancak o dönemki saatler zamanı doğru ölçmüyordu. Wilsdorf’un hayali, zamanı hassas ölçen şık saatler üretmekti.

Bu hayali için İsviçre’ye gitti ve 1908’de Rolex’i kurdu. İsim olarak Rolex’i seçme sebebi, bütün dillerde kolay telaffuz edilebilmesiydi. Bu bile düşünülmüş, bakar mısınız?

Rolex üretime başladı, 2 yıl sonra yani 1910’da İsviçre’deki resmî saat derecelendirme kuruluşu tarafından “İsviçre Hassasiyet Sertifikası” aldı.

1914’te ise Büyük Britanya’daki bir kuruluş tarafından “A Sınıfı Sertifikası” aldı. İlginç olansa şuydu: A sınıfı sertifika almaya sadece bazı gemi kronometreleri layık olabiliyordu, yani Rolex o kaliteyi kol saatine sığdırmıştı. Ondan sonra Rolex, kaliteyle anılan bir marka hâline gelmeye başlamıştı.

Rolex 1926’da ilk su geçirmez saati, Oyster’ı üretti. O yıl, bir İngiliz yüzücü, kolundaki Rolex’le Manş Denizi’ni boydan boya geçti. Saat, 10 saatlik bu macera sonrasında bile tıkır tıkır çalışıyordu. Bu, Rolex’in başarılı pazarlama stratejisinin bir ürünüydü.

Pazarlama çalışmaları bununla bitmiyordu. 1933’te Everest’i keşfe çıkan pilotlar Rolex takıyordu. 1935’te Sir Malcolm Campbell, karada ulaşılan en yüksek hıza yani saatte 450 km’ye ulaşırken kolunda yine Rolex vardı. Sir Edmund Hillary de Everest’e tırmandığında Rolex’i kolundan eksik etmemişti. Bu gibi olayların sonucunda Rolex; maceracıların, üstün başarı gösterenlerin, rekor kıranların yani kısacası kazananların saati olarak görülüyordu.

Bütün bu geçmişin yanında Rolex bugün de en kaliteli saati üretmek için gereken neyse yapmaktadır. Üretilen her saat hem iç hem dış değerlendiriciler tarafından tahlil edilmektedir.

Her Rolex günde sadece -2/+2 saniye şaşmaktadır, oysa en sıkı standartlar bile -4/+6 saniye şaşama payına müsaade etmektedir.

Bu kaliteyi yakalamak masraflıdır. Saat parçaları çok küçüktür, insan eliyle yerleştirilir ve üretim sırasında hata oluşma ihtimali çok yüksektir. Saat parçaları özel bir tür çelikten üretilir, maliyeti yüksektir.

Rolex, yılda yaklaşık 1 milyon saat üretir. Satılan saatler ise genellikle değerini kaybetmez. 10000$’a aldığınız bir Rolex’i 10 yıl sonra elinizden çıkarmak istediğinizde muhtemelen daha yüksek fiyata alıcı bulursunuz.

Özetle, Rolex’te mühendislik ve sanat birleşmiş, zengin bir geçmiş sayesinde de marka değeri meydana gelmiştir. Anlayacağınız Rolex, boşuna Rolex olmamıştır.

Yazının kaynağı alttaki videodur.

Dindarlık, Milli Gelir ve Korelasyon (Dindarlık Bizi Fakirleştirir mi?)

“Din hayatınızda ne kadar önemlidir?” sorusuna verilen “çok önemli” cevabıyla, kişi başına düşen milli gelir arasında bir ilişki var:

Dindarlık arttıkça milli gelir azalıyor.

Dine Verilen Önem ve Milli Gelir Düzeyi İlişkisi

Öncelikle şunu belirtmeliyiz, bu bilgideki korelasyondan yola çıkarak “din, ülkeleri fakirleştiriyor” demek yanlış olur. Çünkü korelasyon, nedensellik içermek zorunda değildir. O da ne demek?

Mesela dondurma satışları ile suda boğularak ölme vakaları arasında bir korelasyon var. Dondurma satışları arttıkça boğularak ölen sayısı da artıyor. Buradan yola çıkarak “dondurma tüketimi suda boğulmaya neden oluyor” demek aptallık olurdu. Peki işin sırrı ne?

Dondurma Satışları ve Boğulma Vakaları

Dondurma-boğulma korelasyonunun sebebi bir mevsim: Yaz.

Yaz mevsiminde hem dondurma tüketimi artar, hem de tatil/serinleme amacıyla yüzme, dolayısıyla boğulma da artar. Yani dondurma-boğulma arasında nedensel bir ilişki yok.

Dindarlık-zenginlik korelasyonuna dönelim. Nasıl “dondurma satışı boğulmalara neden oluyor” diyemiyorsak, sırf birbirleriyle korele gidiyor diye “dindarlık fakirliğe neden oluyor” da diyemeyiz.

“Korelasyon nedensellik içermek zorunda değil” dedik ama bu, “dindarlık fakirliğe neden olmaz” anlamına da gelmemeli. Korele seyreden bu iki bileşenin birbiriyle nedensellik ilişkisi olup olmadığı ayrıca belirlenmeli.

Son olarak; en üstteki görsele baktığımızda ABD’nin, ülkelerin genel eğiliminin dışına çıktığını ve “hem dindar hem zengin” olduğunu görüyoruz. Bu neden böyle?

Bu noktada din algısının önemi ortaya çıkıyor. Dinlerin genelinde gerçek mutluluğa yani cennete öte dünyada kavuşulacağı inancı vardır ancak ABD’de hâkim olan Protestanlık, cenneti bu dünyada kurmayı hedefler. Bu da zenginliği getirir.

Yine de, bir sosyolojik olgunun tek bir bileşenle açıklanabileceğini düşünmenin hayalperestlikten öte olmadığının farkında olmak en doğrusudur. Çünkü dünyadaki tek protestan ülke ABD değil.

Kaynaklar

Dine Verilen Önem ve Milli Gelir İlişkisi Görseli
: https://twitter.com/PewReligion/status/576082078120468480

Dondurma Satışları ve Boğulma Vakaları İlişkisi Görseli
: https://www.lifehack.org/624604/the-most-common-bias-people-have-that-leads-to-wrong-decisions

Otomatik Japonya

Otomatları bilirsiniz: Bozuk parayı atarsınız ya da kağıt parayı yerleştirirsiniz, makine de size istediğiniz ürünü verir. İşte bu otomatların ülke nüfusuna oranla en fazla olduğu ülke hangi ülke biliyor musunuz?

Japonya.

Japonya’da her 23 kişiye bir adet otomat düşüyor.

Robotlarıyla nâm salmış bir ülke için şaşırtıcı değil belki ancak “otomat bolluğu”nun tek sebebi robotlara olan düşkünlük değil.

Japonya’nın yaş ortalaması 46, Türkiye’nin 30. Bu da iş gücünün pahalı olduğu anlamına geliyor: Çalışacak insan yok! Zaten yetersiz olan iş gücünü “sakız ver-para al” gibi niteliksiz işlerde tasarruf etmek aptalca olacağından bu gibi işleri makineye devretmişler.

Japonya’da insan yoğunluğu özellikle şehirlerde çok yüksek. Nüfusunun %93’ü şehirlerde ikâmet ediyor. Dolayısıyla kiralar da oldukça pahalı. Hâl böyle olunca dükkân kiralamak yerine yolun üzerine küçük bir otomat atmak daha uygun oluyor.

Otomatlar sadece üç-beş tür ürünü sağlamaktan ibaret bir iş yapmıyorlar Japonya’da. Otomatlaştırılabilecek her şey otomatlaştırılmış. Otomatı kullanarak çorba da alabiliyorsunuz kahvaltılık da, otobüs bileti de. Taksilerin kapıları bile otomatikleştirilmiş; taksici bir düğmeye basıyor, kapı açılıyor ve iniyorsunuz.

İşler otomatlarla hallolduğu için bozuk para ve nakit kullanımı yaygın. Bu yüzden kredi kartı kültürü henüz Japonya’da yerleşmemiş.

Bütün bu otomatlaşmanın yanında el sanatlarına, elle yapılan ürünlere de büyük rağbet var. İnsan eliyle demlenmiş çay, özel hazırlanmış kahve daha makbul.

Japonya için otomat konusunun özeti şu; yaşlı ülke, pahalı iş gücü, robot düşkünlüğü, cepte bol bol bozuk para…

Yazının kaynağı alttaki videodur.